29 Şubat 2012 Çarşamba

yıllar ve bugün

Yağmur çiseliyor. Üstüme üstüme, yüzüme doğru, sert sert...Yürüyorum. Yetişmem gerek. Saçım başım dağılmış, yüzüm soğuktan donmuş, ellerim ceplerimde. Bir an önce varmam gereken yere varmak istiyorum. Sinir bozucu bir hava, araba egzozundan çıkan pis dumanlar var. Kimse, o anki halinden memnun gözükmüyor. Caddeler, göstermelik ağaçlar, şehirleşmiş hayatlar var. Ağaçların yaprakları dökülmüş, dalları savruluyor. Yüksek binalar, üstüme üstüme geliyor. Birkaç adım ötede bir dere var. Masallardaki gibi tertemiz, pırıl pırıl bir dere değil ama... Kanalizasyon sularının boşaltıldığı, ve leş gibi kokan bir dere. Bakıyorum önüme, yol bitiyor karşıya geçmem gerek. İşlerine yetişmeye çalışan insanların arabalarını bekliyorum. Onlar geçecek ki, ben de geçeceğim. Kimse yol vermek istemiyor çünkü geç kalıyorlar. Bir karga ağacın tepesine çıkmış gak gak diye ötüyor. Arkamdan benim gibi iki öğrenci önümden geçiyorlar. Bir bakmışım daha önce arkamdalarken bana fark atmışlar. Ben mi yavaş yürüyorum, onlar mı hızlı diye düşünüyorum ve biraz hızlanmaya çalışıyorum. Ve biraz daha yürüdükten sonra, okuluma varıyorum. okuduğum yada okumaya çalıştığım yıllarda da hep böyle düşünür ama kafayı yediğimi sanır saçmalıyorum derdim çok nadir notlar alırdım. Şimdi tekrar geri dönelim. Yolda yürüyorum, yağmur çiseliyor, yüzüme sertçe vuruyor. Ve ben hala hayattan keyif almaya çalışıyorum. Mutluluğun, bunların hiçbirini kafaya takmamak, herşeye rağmen gülebilmek olduğunu düşünüyorum. En azından, diyorum. En azından hava temiz, beni boğmuyor. Yağmur yağmış, sakinleşmiş etraf, hava temizlenmiş, mis gibi... O yolda yürümekten keyif almaya çalışıyorum. Pek keyif alamasam da, en azından eskisi kadr nefret etmiyorum, sinirim bozumuyor. Kendimi daha iyi hissediyorum. Dünyayı ben böyle yapmadım, olması gerekenlerdi belki de bunlar. Doğanın gitgide yok olması, şarttı belki de. Arabaların vızır vızır olması, şarttı. Onlar olmasaydı insanlar, dünyanın bir ucundaki iş yerşerine nasıl yetişecekti? Onlara kin besleyerek değil, şartlanmışlıkla bakmam gerekiyordu. Belki günün birinde benim de arabam olur,o zaman farklı düşünürdüm. Bu sesler, bu havalar... Hepsi dışarıda olup bitenlerdi. Kimse de takmazdı kafaya. Çünkü alışılmıştı artık. Şartlanmıştı insanlar. Düşünmezlerdi bile bunu.Çünkü bu benim değil, dünyanın sorunu derlerdi.Ben getirmedim bu hale buraları, başkaları getirdi diye düşünürlerdi. Oysa, hiçbir şey bilmeden, farkına varmadan, tepki göstermeden, boşa yaşanan zamanların, suçlu bir hayat olduğunu, dünyaya en büyük zararı bu şekilde verdiklerini anlayamazlardı. Düşünülmeden yaşanan bir hayatı, aslında yaşanmamış olduğunu, yaşlanmış her insanın aslında çok yaşamamış olduğunu bilmezlerdi. Herkes kendi hayatında, herkes kendi derdinde derlerdi. Böylece dünyaya gitgide, daha çok zarar verdiklerini görmezlerdi. Herkes, herşeyi göremez. Nedeni gözlerinin yeterince keskin olmaması değil, bakıpta görmek istememesidir. Gören bazen gözler değil, sadece yürektir. Hayatın tüm gerçekliği, cesaretimizde saklıdır. Korkaklık en büyük tutsaklıktır. Ve ondan kurtulmak, bileğimizdeki somut kelepçeleri anahtarsız açmaktan daha zordur. Bedenin çektiği acılar, ruhun çektiği acı yanında hiçbir şeydir. İnsan bedeniyle değil, ruhuyla, kalbiyle, aklıyla bir bireydir. Yukarılara çıktıkça gözler aşağıyı göremez olur. Gitgide kör olur insanın gözleri. Sonra bir gün, uçarken önünü de görememeye başlar. Yanlış yollara sapar, çarpar heryere. Ve sonra öyle bir düşer ki, yerin de dibine çakılır. O zaman anlar, üstünden insanlar geçtiği zaman. Ve sonra, cehennemin dibine kadar gider... Hiçbir şeyi olmayan bir insan inanılmaz bir acı, korku duymaz. Olanlarla yetinmeyi bilir. Ama herşeye sahip bir insan, her an korku içindedir. Birşeyleri kaybetme korkusu... Kaybedecek bir şeyi olmayan, kaybetmekten de korkamaz. Kaybedecek çok şeyi olan, kaybettiği zaman maafolur. Bazı insanlar kıyafetleriyle, eşyalarıyla, parasıyla puluyla birşey olmuştur. Onları kaybettiği zaman şaşırır, ne yapacağını bilemez. Ve birdenbire, tüm düşünceleri değişir